Öfkenin adı konulmadığında, nereden gelip, nereye gittiği sorulmadığı anlarda, öfke minicik yüreklere hakim olduğunda, sonucunu kimsenin kestiremediği, şeyler yaşanırdı. Önce suç, sonra şikayet ve nihayetinde yargı…Bu kavramlar burada doğup büyüyen çocukların hayatına, çok erken yaşlarda girmekteydi.
Suç-şikayet- yargı
Bir resim gördüğünde, insanlar sorar ya, nerede çekindin, burası neresi havada ne kadar güzel, falan gibilerden… Bu çocukların yumrukları resmedildiğinde, sadece suçu sabitleştirliir, hiç bişey sorulmaz ve derhal, yargılamaya geçilirdi. Bu resimde sadece suçu görürdü insanlar. Resmin çekildiği şartlar, manzara arka planda kalır, gözden kaçardı. Gerçi sorulsada, cevap hep dilsiz kalırdı.
„Bir lisan, bir insan“, sözünü duyduğunda, derin bir hüzün kaplardı bu çocukların yüreklerini.
Hüzün ezelinden gelir insanın,
Hüzün sesidir vijdanın,
Sorgusudur geçmişinin,
Habercisi, dirilişin.
Bir lisan bir insansa, denirdi, yarım lisan yarım insan mı, demekti? Yani dili yarım olanın, insani değeri de, yarım insan olarak mı karşılık buluyordu?
Yarı dilsiz olan bu çocuklar, anlaşılamamaktan ve aşağılanmaktan kaynaklanan öfkeleri, boğazlarına dügümlenmekteydi. Tıpkı, bir kızçocuğunun örgüleri, tertemiz anne eliyle nasıl düğümlenirse, bu öfke düğümleri, kolay çözülemez hale gelirdi. Okul müdürlerinin gündemlerine inen bu çocukların feryatlarının karşılığı, hep kifayetsiz kalırdı. Disiplin kurulu toplantılarının şeref konukları bu çocuklara, gelecek projesi ellerine verilirken, sicillerine kırmızı kalemle not düşülmekteydi. Okul çağlarında kavgaya karışmayanlar, çok az denilecek kadardı.
Tertemiz bu çocukların suçu, anlaşılamamak olduğu yetmez gibi, birde anlayamayanlar çizerdi gelecekleri ile ilgili projeleri.
Anne Baba: „Senden adam olmaz.“ Öğretmenler: „Hiç uğraşma, en kısa yoldan kendine uygun bir iş bul…“, diye çizerlerdi hayatlarıyla ilgili yol haritasını.
Kavgaların ortasında, kendini ifade edememekten kaynaklanan, kaynağı hem belli hem belirsiz, birer öfke yumağını, sarmalamak bu kadar zor, bu kadar engelli miydi? Varolmadan hiç yoklarmış gibi, bu şekilde kaç çocuğumuz kaybolmuştu.
Hesap kitap tutmadan yok saydılar diye seni,
Susacak mısın şimdi?
Aldırmadan konuş,
konuş ki, sesin temizlesin sicilini!
Veliler toplantısına icabet etmeyen anne babaların suçu bile, o minik omuzlara yüklenmekteydi. Koca bir sınıfın önünde öğretmenleri tarafından ayağa kaldırılan, anne ve babanın veliler toplantısına niçin gelmediği, sorusuna muhatab edilen, bu boynu bükükler, hayatlarının en büyük maçını oynadıkları eğitim liginde, her sezona bir sıfır yenik başlarlardı.
Her sezona baştan yenik.
Genellikle, en büyük ilgi alanı futbol olan, bu çocukların babaları, bilmeliydi halbuki, bu lig hem futbol ligi gibiydi , hemde değildi…
Futbol liginin sezonu kapandığında, başarısız olduğunda takımlar, yeni sezona, antrenör değişikliği, veya yeni transferlerle başlaya bilme şansına sahipken, yani yeniden şampiyonluk için hayaller kurulup, mücadeleler verilirken, bu çocukların okul ligindeki mücadeleleri, öyle her sezon antrenör değişikliği, yada yeni transferlerle diğişecek cinsten değildi. Olmadı yeniden yeniden yeni oyuncular sürelim piyasaya denilemiyordu bu ligde. Babalar bilmeliydi ve bilmeliki: Bu çocukların, antrenörleri, yalnız ve yalnız kendileri idi. Hemde sezonluk değil, bir ömür boyu sürecekti bu anlaşma.
Bu çocukları maçlara hazırlayan ailelerdi. Takımın başındaki antrenörde teknik adamda, anne baba ikilisiydi. Bilinmeliydiki, başarısız bir bir sezonun ardından, yeni kabiliyetli futbolcular alınamıyacak… Ellerindeki kabiliyetleri değerlendirmek olacaktı, bu antrenörlerin görevi.
Her sezon yeniden değerlendirmek, yeniden motive etmek ve yeniden umutlandırmak, olmalıydı çabaları. Yeni transferler olmıyacaktı. Birinci Lig´ den ikinci lige düşmekse, asla telafisi mümkün olmayan, bir gidişin adı olacaktı, küme düşmek belki. Küme düşmek. Bu düşüş ne Kayserispor´unkine benzeyecekti nede Samsunspor´unkine. Bu düşüşün faturası, milyonlarca bütçeye sahip takımlara değil, hiç birşeyi olmayan, yarı dilsizlere çıkartılacaktı.
Takımlarının zaferini kutlayan, yada yenilgilerini televizyonları başında, saatlerce tartışan babalar, çocuklarının yenilgilerine muhatab olduklarında, kulüp başkanını, yada takım antrenörünü nasıl yargılarsa, belki suçlarsa, öyle suçlayacaktı çocuklarını. Halbuki itiraf etmeliydi ki, televizyonu başında tartıştığı transferlerde, hakem hatalarıda, onların evlerine çok uzak bir senaryonun oyuncularıydı, aslında.
Asıl yenik ve başarısız olan, çocuklarının antrenörü olan kendileriydi. Bu acıydı evet. Taraftarı oldukları takımlar, zaferden zafere koşarken, evlerinin orta yerinde, koca bir yenilgi durmaktaydı…Koca bir yenilgi.
Sisli ve dumanaltı bir odada,
çocuk yanlız kalıyor ve dumanda boğuluyorsa,
tereddütsüz,
kalabalığın içinde çocuğu yanlız bırakan-
kim varsa yenilmiştir.
Maçı, taraftarı olduğu takım kazansada!
Çocuklarsa zaferi kavgada aramaktaydı. Zaferlerin anası kavga mı olmalıydı? Halbuki ana, sevgi ve şefkati içinde barındıran bir kişiliğin, dilimizdeki en güzel adı değil miydi?
İsmi kavgaya karışanlara haylaz gözüyle bakılır, içinde olup biten köpüren öfke denizlerine, yine kör kalınırdı. Bu kalıba bir kere giren, bir daha zor çıkardı. Halbuki nasıl yakışır çocuklara okul başarıları. Nasıl yakışır hayaller ve bunları dile geiteren dizeler. Nasıl yakışır dik duruşlar, efendi oturuşlar. Dilinde şarkılar şiirler. Halaya durmalar. Çocukların diline dualar, ne kadar yakışırdı. Bilmedikleri bir kültürün avukatlığını yapmak ne kadar zorlardı onları. Avukatlar hitabet kabiliyeti yüksek insanlardır. Onlar, bir dilin hatta hiçbir dilin yarımyamalakları olarak kalmaktaydılar! Konuşamadıkları bir dilde avukatlık yapmak, İçinde memleketin sevdasını taşımak, ne kadar zorlardı yüreklerini. Memleketin ne olduğunu bilmeden, kavrıyamadan…
Evet bu çocuklar manşetlere kara kalın harflerle düserdi… Düşerlerdi evet, devler liginden kümeye.. Düsüşleri sanki kimsenin içini acıtmaz, tartışmaya değer bulunmazdı. Onlar için için ağlarken, futbolun tartışıldığı ortamlara, duman duman onların hüznü inerdi.
Herkes konuşur, onlar sadece dinlerdi.
İşte böyle yetişen bir çok çocuk, „bana dert olmasında, ne olursa olsun“, mantığıyla, anlamsız bir hiçlikte kaybolmaktaydi. Bol bol laf ebeliğinin yapıldığı bügünlerde, onlarla ilgili bir çok konuşan varken, kendilerini hala yeterince ifade edememekten kaynaklanan acılarını, öfkelere sarmış, sürüp gitmekteydiler, hayatın sefasınıda cefasınıda. Nereye ait olduğunu, kim olduğunu bilmeyen, gençler, işte bunlara benzer hikayelerin, kahramanı olmuşlardı.
Kahramanlar, zaferin altına imza atanlarsa,
ve zaferin anası kavgaysa,
evet bu çocuklar birer kahramandı.
Kavga´da galip, ama başarı yolunda mağlup,
birer boynu bükük KAHRAMAN.
Tarafını belirlemiş, nerde durduğu başkaları tarafından tayin edilmiş,
minik kahramanlar.
Yalanci zaferlerle avuna dursunlar,
taraftarlar ve babalar,
bitmek bilmez bu kavgalar.
Şimdi ey Memleketinde her sabah ezan sesiyle uyanan yanımız!
Şaşırmak istiyorsan şaşır bu halimize,
ama sakın, sakın, kendini Anadolu çocuğu görüp,
bizi Elden biri bilme!
Sen okul sırasında rahatça hayallerinden bahsederken,
en temel ihitiyacımızı dile getirmekten mahrumken,
bir an ayırmadık yüreklermizi seninde benimde memleketimizden….
Ama ekmek teknesi der, Babalarımız,
rüzgar teknemizi buralara savurduysa,
açık sularda boğulduğumuzu sakın sanma!